10 Kasım 2016 Perşembe

FEMİNİZM - DAHA GÜZEL BİR DÜNYA


     Günümüz dünyasının erkek egemen bir dünya olmadığını iddia edenimiz yoktur. Bu durum da tek bir cinsiyetin imtiyazlı olmasını beraberinde getiriyor. Cinsiyetler arası eşitliği savunan feminizm ideolojisi bu yüzden ortaya çıktı ve savunuldu. Birçokları gibi ben de feminizmi "erkek düşmanlığı" ya da "kadıncılık" olarak bilenlerdendim ve bu yüzden bugün bu satırları yazıyorum.

     Öncellikle  üniversite hayatının bana en önemli kazanımlarından biriyle başlamak istiyorum. Bir kadından bahsederken bayan denmesinin büyük bir hata olması. Bay/Bayan kelimeleri hitapta kullanılır ancak ülkemizde  bir kadından bahsederken kız/kadın ayrımının ayıp olduğunu düşünerek bayan kelimesini kullanan birçok insan var. Buna cinsel bir anlam yükleyerek kadınları bu şekilde yargılamak hiç kimseye düşmez. Bu yüzden bu durumu cinsellikten ayırıp kadına kız/kadın ayrımı yapmadan kadına demekten çekinmeyin.

    Tarih boyunca kadınlar yok sayılmış ve ezilmişlerdir. Onların görevinin sadece çocuk doğurmak ve evine, eşine bakmak olduğunu düşünenlerin sayısı bugün bile azımsanacak gibi değil. Ancak onlara eşit şartlar sunulduğunda neler yapabildiğini biliyoruz. Sabiha Gökçen, Marie Curie, Güler Sabancı, Halide Edip Adıvar ve birçokları. Bu isimler sadece ilk aklıma gelenler.

Halide Edip Adıvar
Marie Curie












Sabiha Gökçen

     Peki aramızda yaşadığımız dünyadan memnun olanınız var mı? Savaşlar, bombalar, tecavüzler, cinayetler... En büyük suçlusu biziz çünkü dünyanın dengesini bozduk ve erkek egemen bir dünya yarattık. Ancak bu dünyanın erkeğe olduğu kadar kadına da ihtiyacı vardır. Ve artık bilinçlenme zamanı. Bu durumun suçlusu sadece kadını hor gören erkekler değil. Bunu kabullenen kadınlar da kadınların önündeki en büyük engel. Yani bu sadece erkeklerin bilinçleneceği bir süreç değil kadınların da üstüne düşeni kendileri için yapması gerekir.

     Bu düşünceye ek olarak feminizm hareketinin kadınlara bırakılması ve onların bu savaşı vermesi gerektiğini düşünüyorum çünkü bunu erkekler olarak bizim yapmamız demek ideolojinin ana mantığı olan "kadınlar imkan verildiğinde her şeyi başarabilir" düşüncesine ters düşer. Ancak bazı erkeklerin yarattığı bu çirkin ortamdan duyduğum utanmayla her zaman bu fikrin yanında olacağım.

     Sonuç olarak, feminizm çoğu insanın düşündüğünün aksine eşitliği savunan bir fikirdir ve her cinsiyet için ihtiyaçtır. Ülkemizdeki kadın tacizlerinin, cinayetlerinin ve tecavüzlerinin artışının yanı sıra örgütsel olarak bu iğrençliklere cevap vermemenin sebebinin feminizmden uzak kalmamıza bağlıyorum ve daha iyi bir dünya yaratmak adına kadınlara hiç olmadığımız kadar ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Kadınlar yüzyıllardır sizlere unutturulan kim olduğunuzun ve potansiyelinizin farkına varın, kendinizi tanıyın ve sizi sınırlayan her şeye karşı çıkın. Daha güzel bir dünya için BAŞARABİLİRSİNİZ!





1 Ocak 2016 Cuma

Modern Meddah: Tolga Çevik


   
     Pratik zekaya olan hayranlığımı hiç bir zaman gizleyememişimdir. Hele ki bu pratik zeka komediyle harmanlanmış ise... Tolga Çevik ile tanışmam daha eskilere dayansa da, ona olan hayranlığım 2007 yılında yayın hayatına başlayan '' Komedi Dükkanı'' ile başladı. Herkesin bildiği üzere doğaçlama olarak sergilenen skeçlerden oluşan '' Komedi Dükkanı '' , ilk olarak tv8'de ( Salih Kalyon ile ) daha sonra TRT 1'de, son olarak da Star Tv'de yayınlanmış ve 15 Haziran 2011 tarihinde ''Komedi Dükkanı: Yolun Sonu'' adlı programla yayın hayatına son verilmiştir. 31 Aralık 2013'den itibaren '' Arkadaşım Hoşgeldin'' adıyla Kanal D'de tekrar yayınlanmaya başlamış ve Ocak 2015'de final yapmıştır.




     Tolga Çevik'in hayatından kısaca bahsetmek gerekirse, Tolga Çevik 12 Mayıs 1974 tarihinde İstanbul'da doğmuştur. 1996 yılında Central Missouri State Üniversitesi'nin Tiyatro Anasanat Dalı Oyunculuk bölümünden mezun olmuş ve eğitimi sırasında Robin Williams ve Tommy Lee Jones 'tan eğitim almıştır. Amerika'da eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönmüş ve '' Küheylan'' adlı oyunda başrol oynamıştır.


          Robin Willams                                                            Tommy Lee Jones

     Sırasıyla Köçek(2000), Herkes Kendi Evinde(2000), Vizontele(2000), Vizontele Tuuba(2003). Hızlı Adımlar(2004), Organize İşler(2005), Sen Kimsin ?(2012) ve Patron Mutlu Son İstiyor(2014) filmlerinde oynamış ve son iki filminde başrol görevini üstlenmiştir.






Patron Mutlu Son İstiyor'dan bir sahne

     Patron Mutlu Son İstiyor 'u izleme fırsatım daha olmadı ama Sen Kimsin? 'deki sakar detektif rolünde çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Vizontele serisinde her ne kadar da çok önemli bir role sahip olmasa da sinema hayatı için önemli bir basamak olduğunu söyleyebiliriz.

     Gelelim benim hayranlığımın ayrıntılarına: Tolga Çevik geçmişinden de anlaşılacağı üzere işine çok saygı duyan ve alanında iyi eğitim almış bir kişi. Bütün bu özellikler bir de zekayla birleşince ortaya tam anlamıyla bir komedyen çıkıyor.'' Komedi Dükkanı '' ve '' Arkadaşım Hoşgeldin '' izleyicileri ne dediğimi eminim ki anlamıştır. Doğaçlama yaptığı skeçlerde Fırat Parlak ile birlikte büyük bir iş çıkarıyor. Tabii ki Özer Atik ve programa sonrada dahil olan Ezgi Mola'yı da unutmamak gerek. Her bir sahnesinde Tolga Çevik'in zekasını hissetmenin mümkün olduğu bu programlarda tam anlamıyla bir modern meddahlık söz konusu. Aslında eski Türk tiyatrosunun hemen hemen bütün türlerinden küçük parçalar bulmak mümkün. Yönetmenle olan atışmalar ve yanlış anlaşılmalar üzerine kurulu, güldüren yapısı Hacivat ve Karagöze benzetilebilir. Bütün bu mozaiğin yanında Tolga Çevik'in  vücut dilinden bahsetmemek olmaz. Sahneyi iyi kullanıp seyircinin  dikkatini çekmek konusunda tam bir profesyonel.

İşte Arkadaşım Hoşgeldin'den birkaç komik sahne;


.

     Kısacası, işine bağlı ve saygılı bir sanatçı olarak Tolga Çevik bana göre modern tiyatronun önemli parçalarından biridir. Hele ki gülmeye ihtiyacımızın daha fazla olduğu bu günlerde komedyenler önemli bir göreve sahip. Abarttığımı düşünebilirsiniz ama sanatın komediyle birleşip insanlara nüfuz etmesi siz de kabul edersiniz ki her yiğidin harcı değil ve sanat olarak bakmanın yanında hayat denen büyük hengamede Tolga Çevik ve onun gibi sanatçılara çok daha fazla ihtiyacımız var diye düşünüyorum.


Kaynakça:https://tr.wikipedia.org/wiki/Tolga_%C3%87evik ve http://www.hurriyet.com.tr/tolga-ciplak-10230862 

27 Ekim 2015 Salı

21. Yüzyılın Hastalığı: Önyargı


     Profesör Max WAGNER'in dediği gibi dünya ne medeniyet çatışmasından ne de cehalet çatışmasından muzdarip, önyargılar çatışmasından muzdarip olduğu kadar. Bu sözün doğruluğunu kanıtlamak için maalesef ki çok bir şey yapmamıza gerek yok, dünyanın genel haline bakmamız yeterli. Birçok sorunun temelinde önyargı hastalığını görmek mümkün ve insanoğlunun tek kurtuluş yolu bana göre önyargılarından kurtulmak.

     Biraz dikkatli olursak hepimizin önyargılı olduğu bir konu olduğunu fark edebiliriz. Bunlardan kurtulmak için tek çözüm yolu ise eğitimdir. Eğitim deyince sakın okul, üniversite diye düşünmeyin. Buradaki eğitim bireysel eğitimdir.Kişi kendini, yenilikleri kabul ederek ve farklılıkların birer zenginlik olduğu düşünerek bireysel olarak eğitebilir. Söylendiği kadar kolay değil emin olun ama imkansız da değil.

 
     Ülkemizin genel durumu malumunuz. Bir düşünelim niye bu durumdayız. Her şeyden önce birbirimizden koptuk. Artık biz değiliz; ben, sen, o, onlarız. Öncü olması gereken kişilerin bir dayatması olabilir mi? Bunu sadece siyasi olarak  algılamayın. Spor gibi temeli iyi bir amaca dayanan bir alanın içinde bile düşmanız birbirimize.Niye?

     Ben Galatasaray taraftarıyım ancak günümüzde Galatasaraylılık Fenerbahçe düşmanlığı olarak algılanmakta. Aynı durum Fenerbahçelilik için de geçerli. Çünkü farkında değiliz ne kadar önyargılı ve cahil olduğumuzun. Birlikteyken daha güçlü olduğumuzun bilincinde değiliz. Belki de bu yüzden uyutuluyoruz ve birileri bu yüzden durumun devamlılığı için ellerinden geleni yapıyor. İnanıyorum ki, bir gün biz oluruz ve beraber hareket etmeyi öğrenebiliriz. Yapmamız gereken tek şey, rakibinin düşman olduğu ve yok edilmesi gerektiği kalıplaşmış düşüncesini yıkmak yani önyargılarımızdan kurtulmak.

     Sadece sporda olsa çözülmesi daha kolay bir hastalık olurdu belki. Ama hayatın her alanında önyargı. Kürt dediğimde aklınıza ne geliyor. Bazılarımızın aklına iyi şeyler gelmiyor değil mi? Peki neden? Çünkü o cahil düşünce işlemiş her bir hücremize. Uyanın artık. Bunun adı ayrımcılıktır. Birkaç kendini bilmezin yaptığını bütün bir ırka yıkmak ne kadar adil. Şimdi empati zamanı,  bir de onlar açısından bakın bu duruma. Hoş değil demi? Bu durumu açıklamak için onlar,bizler olarak ayırmak bile beni yeterince rahatsız ediyor. Kim olduğumuz önemli değil ne için çalıştığımız önemli. İyi olmak için mi, kötülük için mi?

     Ancak bu siyasi liderlerle değil dünya, ülkemiz bile uyanmakta zorlanıyor. İnsanların değerlerini sadece bizim açımızdan kabul edilemez olduğu için yok saymak, onlara küfür etmek, nefret kusmak... Çok uzak değil bize bu düşünceler, her gün görüyoruz televizyonlarda sonuçta! Herkes bir tarafın destekçisi, birbirine düşman. Çünkü biri dindar.Dindar yobaz demek bizden değil. Diğeri Atatürkçü. Bu da olmaz sarhoştur her gece bu. Şu da iktidar düşmanı. Kesin dış güçlerin adamı. Şuna bak şuna; özgürlük, hak diyor. Allah bilir neyin nesi.Eğer bizim  Allah inancımız varsa herkesin olmalı. Biz eşcinsel değilsek bu kabul edilemez. Sizi gidi kafirler.Eğer Atatürkçüysek herkes olmalı, sevmeyen benimle arkadaşlık yapmasın. Bir saniye düşünün niye diye.Farklılıklar niye bizi bu kadar rahatsız ediyor diye. Önyargı değil mi bunun adı?  Çünkü mantıklı bir açıklaması yok bu davranışlarımızın.

 
  Ülkemizin ve dünyanın daha iyi bir yer olması adına kurtulmalıyız bu illetten. Herkese saygı duymayı öğrenmeliyiz her ne kadar doğru olduğunu düşünmesek de. Çoğunluğun kabul ettiğinin doğru olduğu dayatmasını bırakmalıyız. İnsanoğlunu istediğimiz kadar parçaya bölebiliriz. Kürt, Türk, dindar, Atatürkçü, ateist, Beşiktaşlı , Trabzonsporlu, A partili, B partili... Emin olun, bu kolay tarafı. Zor olan birlik olmak. Küresel ısınma , hayvanların neslinin tükenmesi gibi sorunların dünyanın sonunu getireceği düşünülüyor. Bunlardan daha önemli bir sorunumuz var: ÖNYARGI.  İnsanları ilk gördüğümüzde  ya da onlar hakkında bilgi sahibi olduğumuzda oluşan fikre dur deyin ve tarafsız olarak yaklaşın onlara. Bir insan için en zor sınav bu emin olun. Benim şahsi kanaatim, Tanrı bu sınavı verip veremeyeceğimizi görmek istiyor. Mevlana ve Yunus Emre gibi değerleri yargılamak kimsenin haddi değildir bence din açısından ve ikisinin de insan sevgisi vurgusu bunun bir kanıtı bence. Önyargısızlığın tanımıdır sözleri:



















   
    Sonuç olarak, ya önyargılarımızla birbirimizi yok edeceğiz ya da bu hastalıktan kurtulup dünyayı ve ülkemizi daha iyi bir yer haline getireceğiz. Bunun için milyonlara değil, iki tarafa ayrılacağız. Daha iyi bir gelecek isteyenler, önyargısızlar ve nefret içinde yaşayıp, kendi çıkarları doğrultusunda hareket edenler olarak. Kesin olan şudur ki iyiler bu yolda galip gelecektir!


   ÖNYARGISIZ BİR YAŞAM DİLERİM.





23 Ekim 2015 Cuma

Etkileyici Zeka: John Forbes Nash





 
      Matematik çoğu kişinin kabusudur ama sayıları hissetmek, onların bir yerlerde saklanıp bize yardımcı olacaklarını bilmek matematiği bizim için  kolaylaştırabilir.Matematik her zaman benim için bir yol gösterici olmuştur.Eğer dikkatli bakarsanız, hayatın her alanında matematiğin ve sayıların olduğunu fark edebilirsiniz.Evrendeki düzende, canlıların hareketlerinde ve hatta hücrelerimizde bile bunu görebilirsiniz.Sayıların bu efsunlu gücüne hayranım ve sayıları hissedebilen bir kişi olan John Forbes Nash beni daima etkilemiştir.



     Çoğu kişi Akıl Oyunları filmini ( A Beautiful Mind ) izlemiştir.Bu filmdeki bar sahnesinde John Nash, Adam Smith'in ( Modern ekonominin babası) düzeltilmesi gerektiğini ve grup adına en iyi sonucun hem  bireysel hem de grupsal yarardan geçtiğini söyler.Bu duruma ayrıntılı bir şekilde bakmak gerekirse; Adam Smith: '' Rekabette bireyin hırsı ortak yarar sağlar, iyi sonuç almak için gruptaki herkes kendi için en iyi olanı yapmalıdır.'' der.Buna karşılık olarak John Nash ise :''En iyi sonuç için gruptaki herkes hem kendi hem de grup için en iyi olanı yapmalıdır.'' der.




     Bu durumu basitleştirmek gerekirse, John Nash'ın somut örneğini vermek doğru olacaktır.Filmindeki bar sahnesinde John Nash ve arkadaşları bir kız grubuna ilgi göstermektedirler.Bu kız grubu içindeki en güzel kız olan sarışın için bir rekabet ortamı oluştururlar.Ancak Nash:''Eğer hepimiz sarışın kız için hareket edersek birbirimizin önünü keseriz ve kızı kaybederiz.Daha sonra diğer kızlara ilgi gösterirsek  onlar da ikinci seçenek olmak istemedikleri için bizi reddederler.Peki ya, sarışına kimse asılmazsa? Hem birbirimizi engellemeyiz hem de diğer kızları aşağılamayız ve böylece en iyi sonucu elde ederiz.'' der.Bu teorisini geliştirir ve doktora tezi olarak hazırlar.Günümüzde birçok bilim dalında kullanılan 'Oyun Teorisi' John Nash'e 1994 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü kazandırır. Nash aynı zamanda soğuk savaş döneminde şifre çözücü olarak çalışmıştır.

     Ben bu teorinin bilim dünyasının ötesinde insanlığa yol gösterdiğine inananlardanım.Temelinde bireysel faydayı değil toplumsal faydayı göz önünde bulunduran bu teori hayatın her alanında uygulanabilir.Bireysel faydayla birbirimizi yok etmektense, toplumsal yararı gözeterek hareket edip Dünya'yı daha iyi bir yer haline  getirebiliriz.Bence bu teorinin kişisel bir felsefe olarak kabul edilmesi ve uygulanması gerekir.

     Nash'ın olağanüstü zekasına  hayranlığımın tek sebebi bu teori değil, her ne kadar bu neden yeterli olsa da. John Nash'ın şizofreni sorunları  ve hayali bir oda arkadaşı vardı. Bu sorunlar evlendikten sonra fark edildi ve tedavi edilmeye çalışıldı ancak tedavide kullanılan ilaçlar Nash'ın zekasını kullanması engelliyordu bu yüzden Nash bu sorunu kendi zekasıyla çözmeyi denedi. Oda arkadaşını hala görmesine rağmen onun gerçek olmadığı kabullendi ve böyle yaşamaya devam etti.Bunu kabullenmesi hiç de kolay olmadı.Aile yaşantısı çıkmaza girdi ve karısıyla sık sık darılıp barıştı hatta ayrılıp evlendiler. Hayali oda arkadaşının yeğeninin yıllar geçtikçe büyümediğini fark etti ve onların gerçek olmadığını böylece kabul etti.Bu zekaya saygı duymamak elde değil.

     Nash'e olan ilgimin bir diğer nedeni de 23 sayısına takıntılı olmasıydı. Nash bu sayıya takıntılıydı ve toplam 23 tane bilimsel makale yayımladı.Tam olarak gerçek nedenini bilmesem de 23 sayısının çok büyük bir cazibesi olduğunu düşünüyorum.Bana bir çok anlam ifade ediyor ve  içinde birçok şeyi barındırıyormuş hissi veriyor.Açıklaması zor bir durum ama sayıları hissetmek bu olsa gerek.Ne gariptir ki 23 sayısına takıntılı olan Nash 23 Mayıs 2015'de trafik kazasında eşiyle beraber hayatını kaybetti.

     Gerek bilime olan katkısıyla gerek de üstün zekasıyla herkesin etkileneceği bir kişi Nash.En büyük hayalim onunla  10 dakika bile olsa konuşmaktı ancak bu artık mümkün değil.Benim de elimden onun hakkında düşüncelerimi yazmak geliyor sadece.Umut ediyorum ki okuyan herkes de bir parça iz bırakmıştır.Yazımı Nash'in sevdiğim bir sözüyle bitirmek istiyorum:'' Dersler zekanızı köreltir ve potansiyel yaratıcılığınızı yok eder.''







12 Temmuz 2015 Pazar

Salvador Dali ''Belleğin Azmi''


     Bir şeyler karalamayı, çizmeyi severim ama profesyonel boyutta resime ilgim ve onunla ilgili bilgim yoktur.Salvador Dali'yi merak ettiğim için araştırdım.Çok sıkıcı, klasik  ünlü ressamlardan  beklediğim Salvador benim deyimimle deli dolu çıktı ve size çoğu kişi tarafından sadece isim olarak tanınan bu adamı ve en önemli eserlerinden biri ''Belleğin Azmi'' ni kendimce anlatma gereği duydum.Tabi ki de bu dehayı baştan sonra burada anlatamam ama benim ilgimi çeken yönleri sizinle paylaşabilirim.

     Salvador Dali 11 Mayıs 1904 doğumlu Katalan ve sürrealist bir ressam.Ressam olmasının yanında heykelcilik, fotoğrafçılık ve filmcilikle de uğraşmış.Walt Disney ve Alfred Hitchcock ile çeşitli filmlerin yapımında çalışmıştır.Walt Disney ile yapmış olduğu ''Destino'' adlı çizgi film 2003'te en iyi animasyon filmi dalında  Oscar adayı olmuştur. 
     Salvador doğmadan önce onla aynı ada sahip ağabeyi ölmüş.Ailenin ikinci çocuğu olan Dali'ye ilk oğullarına çok üzüldükleri ve onu unutamadıkları için aynı ismi, yani Salvador'u vermişler.Salvador hiç tanımadığı ağabeyinin gölgesinde bir yaşam sürmüş ve bu durum onun çocuk ruhunda derin yaralar açmış ve daha sonra bu durumla ilgili olarak şöyle yazmıştır:
     'Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım.Beni severken  hala onu seviyorlardı aslında.Belki de benden çok onu.Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinden itibaren yara oldu benim için.'
     1921'de de  annesini kaybetti ve bu durum hakkında şöyle demiştir:
     'Hayatımda aldığım en büyük darbeydi.Ona tapardım.Ruhumun kaçınılmaz kusurlarını görünmez kılabilmesine hep güvendiğim bir varlığın kaybını kabullenemiyorum.'
      
     Özel hayatını bir kenara bırakırsak daha önce de dediğim gibi Salvador sürrealist bir ressam.Sürrealizmin öncülerinden Andre Breton'dan etkilenmiş ve sürrealizme yönelmiştir.Sürrealizmi birkaç cümlede anlatmak doğru olmaz ama fikir uyandırma amaçlı biraz bilgi verebilirim.Sürrealizmin diğer adı 'Gerçeküstücülük'.Böyle dendiğinde aklınıza gerçek dışı gelebilir ama tam tersi gerçeğin insan üzerindeki etkisidir.Bilinç dışılık vurgulanır ve bilinç dışı dünyaya girmeye çalışılır.Salvador her ne kadar sürrealist olsa da İspanya iç savaşında faşist Franko'yu desteklemesi sürrealistler tarafından pek hoş karşılanmamıştır.
     Bilimi her daim eserlerine yansıtan Dali, DNA'nın çift sarmal yapısını gördüğünde bunun Tanrı'nın var olduğuna bir kanıt olduğunu ileri sürmüş ve DNA'nın insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı olduğunu söylemiştir.Birçok eserinde DNA'nın çift sarmal yapısını görmek mümkündür.

(Bu tablonun ismi ''Galacidalacidezoksiribonükleikasid''.Bu telaffuzu imkansız isim Gala,cid,ala ve deoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşur.Gala, ressamın pek çok eserinin ilham kaynağı eşidir.Cid, İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar'ın halk arasındaki adıdır.Ala, Allah'ın kısaltılmışı ve deoksiribonükleikasid ise DNA molekülünün açık adıdır.)




     Belleğin Azmi (The Persistence of Memory)

     Bu eseri herkes kendince yorumlayabilir.Çoğu insan bunun katı zaman kavramına karşı bir protesto olduğu görüşünde ve tablonun ortasında bulunan cismin uyuyan biri olduğu, Dali'nin kendini resmettiği düşünülmekte.Sürrealist anlayışla bakıldığında bu yorumların yerinde olduğu görülmektedir.Çünkü insan uyarken bilinçli değildir ve zaman onun kontrolünde olmadan akar.Bana soracak olursanız, insan bilinçli de olsa bilinçsiz de zamanı asla kontrol edemeyecek.Evet etmek için hayatı boyunca çalışacak, hepimizin yaptığı gibi ama kazanan hep zaman, kaybeden biz olacağız.İsimden yola çıkarsak, zamanın akıp gitmesine karşı belleğimiz her zaman ayakta kalma azmini gösterecek  ve her ne kadar her şeyi hatırlamak istemesek de zaman hatırlamak istediklerimizi de bizden almaya çalışacak ve alacak, hem de bizim bilincimiz dışında.Kısacası bu tablo, zaman kavramının insan belleğinden üstünlüğünü ve insan belleğinin onu yakalama azmini anlatıyor .Genel yorumlardan sadece uykudaki bilinç dışı olma durumuna katılmıyorum.Zaman, insanoğlu bilinçli de bilinçsiz de olsa ondan bilinci dışında bazı şeyler çalacak  kadar güçlü ve anlatılmak istenen de bu bence.Belki de bilinç ve bilinç dışı durumu beraber anlatmak için uyuyan cisimle beraber arka taraftaki canlı doğa bu yüzdendir kim bilir?Bu düşünceler bana ait, herkes farklı şekilde yorumlayabilir tabi.Salvador Dali daha sonra bu resmin ilhamını, sıcak ağustos güneşi altında erimekte olan bir Fransız peynirinden aldığını söylemiştir.Bu sözünü okuduktan sonra aslında boşuna mı düşündüm bu kadar acaba diye düşünmedim değil ama olay bir peynir kadar basit değil.Diğer bir açıdan bakarsak Dali'nin dehasının bir göstergesi bence bir peynirden zamanın üstünlüğüne giden yol.
     
     Yazımı Salvador Dali'nin bir sözüyle bitirmek istiyorum:
     ''Düşmanlarımın,arkadaşlarımın ve halkın resimlerime aktardığım imgelerin anlamlarını çözemediklerini söylemeleri bence son derece anlaşılır bir durum.Onları yapan kişi olarak ben bile anlamazken, başkaları nasıl olur da bu imgeleri anlamayı umabilir.''
     
     Dali'nin bu sözüne rağmen ben şansımı denedim.Bence sizde deneyin, kendi yorumunuzu katın ve kendinizce bir şeyler çıkarın ortaya.Hatta yorum olarak yazarsanız çok sevinirim.

Not:Salvador Dali'yi araştırmam ve bu konuda yazmam konusunda beni teşvik eden Begüm arkadaşıma sonsuz teşekkürler :)

9 Temmuz 2015 Perşembe

Güldürürken Düşündüren İnsan:Aamir Khan


       Sinemaya kendimce bir ilgim vardır ama sinema oyuncuları hakkında yok denecek kadar azdır.Hatta çoğunun isimlerini bilmem.Ama beni etkileyen, ismini hafızama kazıyan biri var ki hala onu tanımıyorsanız çok şey kaybediyorsunuz demektir.Bu oyuncu fotoğrafından ve başlıktan da anlayacağınız üzere Aamir Khan.14 Mart 1965 doğumlu Khan Müslüman bir Hintli'dir.Oyuncu,yapımcı ve yönetmen olarak bir çok filmde yer almıştır.

       İlk olarak Aamir Khan'ı 2009 yapımı '3 idiots' filmiyle tanıdım.Film çok etkileyici ve insanlara yaşadığı, aslında dayatılmış olan hayatlarını sorgulatıyor.Zorla dayatılan hayatların aslında daha eğlenceli ve bilinçli bir şekilde yaşanabileceğini bize gösteriyor.Hayatımızı ne kadar da dar kalıplar içinde korkarak yaşadığımızı bize hatırlatıyor.Aynı zamanda filmde kullanılan müziklerde filme uygun ve insanı mutlu eden müzikler.

     
       İşte bu müziklerden bir tanesi:

   
       Daha sonra bir diğer filmi  'Taare Zameen Par' yani 'Her Çocuk Özeldir' i izledim.Benzer mantıkla, aslında her insanın özel olduğunu, önemli olan tarafın insanın kendisini bulmasını ve yetenekleri doğrultusunda onu mutlu eden hayatı yaşamasını konu edinen bir film.Çocuklar bu konuda çok iyi birer örnekler.Çünkü ebeveynleri tarafından zorlanan ve hayattaki başarısı sadece okuldaki aldığı notlarla ölçülen çocukların başarılı ve başarısız olarak ikiye ayrılması, onların bütün hayatlarını etkiliyor ve mutsuz olacakları, istemedikleri bir hayata zorlanıyorlar.Temelinde her çocuğun birer yetenek olduğunun anlatıldığı bu film özellikle anneler ve babalar tarafından izlenmeli.Aamir Khan'ın çoğu filminde olduğu gibi bu filminde de çok güzel müziklere yer verilmiş.



       İşte bu müziklerden biri:

        Son olarak yakın zamanda çok sevdiğin Başak arkadaşımın tavsiyesiyle Aamir Khan'ın son filmi 'Peekay' ı izledim.Film diğer filmlerine göre biraz daha bilim kurgu havasında olsa da insanlara sorması gereken soruları  sorduran bir film.Konusuna fazla ayrıntı vermeden girmek gerekirse; Dünya dışı bir gezegenden gelip, Dünya'yı  tanımaya çalışan bir uzaylının  çocuk gibi saf ve temiz  duygularla sorduğu sorulara yanıt aramasını ve bu yanıtları kendince yorumlarken insanları bu sorular üstünde bir daha düşünmeye itmesini ele alıyor.İnsanların yaptığı çoğu hareketi düşünmeden ,sorgulamadan yaptığının kanıtı olan bu filmde insanların gereksiz ön yargılarının onları ne kadar da sığ birer varlık yaptığını rahatça görebilirsiniz.Bu filminde diğer filmlerinde olduğu gibi hareketli olmasa da etkileyici müzikler mevcut.

       İşte onlardan biri:


       Sonuç olarak Aamir Khan'ın insanlar üstünde kişisel gelişim niteliğinde filmleri olduğu söylesek yanlış olmaz.Her yaştan insana hitap eden filmleriyle benim için vazgeçilmez bir sinema oyuncusu.Güldürürken, düşündüren  ve sorgulatan anlayışıyla insanları kendisine getiren Khan'ın bir sonra ki filmini  merakla bekliyorum.Filmler hakkında yaptığım yorumlar filmleri anlatmak için yetersiz.Bu benim eksikliğim mi yoksa filmler anlatılmaz bir güzellikte mi bunu bilmiyorum ama bu 3 filmi de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.Emin olun pişman olamayacaksınız.

NOT: Aamir Khan ve Peekay filmiyle ilgili bir yazı yazmam gerektiği konusunda beni teşvik eden Başak arkadaşıma sonsuz teşekkürler:)


5 Temmuz 2015 Pazar

Biraz Felsefe :''Kötünün Zaferi''

   
      Zülfü Livaneli'nin Serenad'ını sonunda bitirdim.Kitap beklediğim gibi çok etkileyiciydi.Beni sarsan, üstünde uzun uzun düşünmeme sebep olan birçok bölümü vardı ama bir bölüm vardı ki beni gerçek anlamda felsefi anlamda düşüncelere itti.Bu bölüm Erich Auerbach'ın Pascal üzerine yazdığı ''Kötünün Zaferi'' adlı denemesinin olduğu bölümdü.Auerbach bu denemesine Pascal'dan alıntı yaparak başlamıştı ve burada kısaca adalet denen şeyin olmadığı güçlü ne derse onun olacağı belirtilmişti.
     Bu alıntıdan önce size Erich Auerbach hakkında birkaç bilgi vermek istiyorum.Erich 1892 Berlin doğumlu bir Yahudidir.Nazi Almanya'sındaki malum baskılar yüzünden İstanbul Üniversitesinden aldığı davetle 1936 yılında Romanoloji bölümünde görev yapmak üzere İstanbul'a taşınır.İstanbul Üniversitesinde görev yaptığı 11 yıl boyunca yabancı dil öğretmenlerinin yetiştirildiği dil enstitüsünün yöneticiliğini yapar, çok sayıda deneme, inceleme ve makale yayımlar.Dünya çapında ünlü eseri ''Mimesis: The Representation of Reality in Western Literature''ı (Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili) burada yazar.11 yılın sonunda 1947'de Amerika'ya göç eder ve çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliğinde bulunur.
    Bu kısa bilgiden sonra sıra Erich'in Pascal'dan yaptığı alıntıda:

   Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır.Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim.Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır.Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır.Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü,güçlü olanın ise adil olması gerekir.
   Adalet tartışmaya açıktır.Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır.Bu nedenle gücü adalete veremedik,çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti.Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.

                                                                                                        Blaise PASCAL   



      Bu yazı aslında direkt anlamda devlet denen organın zulmüne bir açıklama mahiyetinde ama ben olaya daha kişisel bakıyorum.Adil olanlar ezilmiş durumda, güçlü olanlar ise kendi menfaatleri gereği adil olmak yerine güçlerini kullanmayı tercih ediyorlar.Bu olay bence hayatımızın her alanında var.Kaldı ki adil olsak bile kime göre, neye göre adiliz.Bütün bunların sonucunda adil olmak göreceli ve genel bir adaletten söz etmek imkansız.Hobbes' in 'Homo homini lupus' (İnsan insanın kurdudur) sözüne  ve Nietzsche'nin güçlü olanın kazanması, zayıfların kaybetmesi gerektiği 'Üstün İnsan' modeline hak vermemek elde değil.İnsanoğlu yaratılış gereği hiçbir zaman ortak bir  noktaya varamayacak ve sonunu yine kendi getirecek.Bu yüzden insanı kendi kendini yok etmeye programlanmış bir makineye benzetirim hep.Herkes kendi hayatının baş rolünde ve bunu kimseye vermeye niyetli değil.Kendisi için, ailesi için, onun tarafında olanlar için...Bu kibir ve güçlü olma isteği her zaman için insanın içinde olacak ve hayat insanoğlu için bu şekilde son bulacak. Hiçbir zaman insanoğlu biz demeyi öğrenemeyecek.Hep bir yarış içinde olacak ve güçlü olan zayıf olanı ezecek.İnsanın yaratılışından kaynaklı bu duygular insanı insan yapan özellikler.Yani bunlar iyi insanda da kötü insanda da mevcut.Tanrı bizi insanoğlu olarak bu kadere yani kendi sonumuzu kendi getireceğimiz kaderine mahkum ederken neyi düşündü acaba?Belki de kimlerin güçlü olmayı ,kimlerin adil olmayı tercih edeceğini görmek içindir.